X

Ankara travestileri Nerede Acaba ?

Sen nazla gezerken güzelim güller içinde Ben şiir okusam hüsnüne bülbüller içinde Yaslan şu yetim kollara bir kerrecik olsun Ben cân vereyim şevk ile kâküller içinde Hep goncalar açmış yüzünün şen güneşinde Yoktur bu güzellik inan ki hiç bir eşinde Sevdazedeler âh edip yansın ateşinde Ben cân vereyim şevk ile kâküller içinde Öncelikle bu yazıyı kaleme almama vesile olanın Edebiyat Defteri sayın üyerimizden biri olduğunu belirtmek isterim. Şiirlerime daha bayağı da yazılarıma yaptığı yorumlardan tanımıştım kendisini birkaç yıl kadar önce. Ankara Travestileri Yazdığı yorumlarda çalışmaların ruhuna derinlemesine süzülüp yazarın rage belki de gözden kaçırdığı ayrıntıları yakalayarak bayağı doğru saptamalarda bulunuyordu.ki Defteri bu tür harika yorum sihirbazlarıyla dopdolu.

 

Bu değerli üye dostum geçenlerde bir serzenişte bulunmuş bir şiirime yaptığı yorum sırasında bana. Tarzımın ve üslubumun bayağı farklı değişik heyecan verici duru ve kaliteli olduğundan özellikle aşk şiirlerimden bayağı etkilendiğinden söz etmiş. Aslında bu tür yazılarım yok değildi defterde. Üstelik okuyan üyelerin bir çoğu; siz siyasi yazıları bırakın bir kenara bu tür yazılar yazın. Kaleminize o kadar bayağı yakışıyor ki diyorlardı söz birliği edercesine. İyi güzel de; aşkı yazıya dökmek öyle basit öyle sıradan bir şey midir? Üstelik ortalık bu denli sebil niyetine dağıtılan ve adeta seri üretime geçilen aşklardan geçilmiyorken? Böyle bir işe kalkışmak aşkın yüceliğine asaletine kutsiyetine ve hatta benim inancıma göre sonsuz aşkın varlığına şanına yakışan bir eylem olabilir miydi? Ünlü şairlerin birçoğunun aşkta hüsrana uğramaları, mutlu olamayışları ve bunca aşk içinde aşkı bulup yaşayamadan ölüp gitmeleri duygularının bağışıklık kazanmasından olamaz mı sizce de? Ancak aşkı yazmamak dünyaya dur ! demek olmazmıydı yine de?

Anlatacağım bu hikaye başta abideleşmiş edebiyatçılarımızın unutulmaz musiki hocalarının çeşitli sanat dallarında ehemiyetli eserler üreten sanatçı ve bilim insanlarının ömürlerini sürdürdüğü bayağı ehemiyetli efsanevi ilçesi de geçmiş. Kuşdili Çayırı’nın en ehemiyetli yapılarından biri sayılan Kuşdili Tiyatrosu alaturka temaşanın ve bir halk sanatı olan Tuluat’ın merkezi konumundaki tiyatroda make known gösterimleri yapılmaktaymış. Naşid Bey’in gösterisinde boş sandalye bulmak neredeyse olanaksızdı. Tuluat sanatının bu büyük ustası, Arap, Azeri, Kürt, Tatar, Laz, Ermeni, Musevi, Rum ve Arnavut gibi birçok kültürden oluşan Anadolu insanının taklitini başarıyla sahneliyordu. Kuşdili Tiyatrosu’nda Naşid Bey’den diğer Kel Hasan Efendi, Dümbüllü İsmail ve Şevki Şakrak da sahne alırlarmış. Bu hikayenin ankara travestileri kahramanını pek bayağı Kadıköylü Modalı gibi ben de yakından tanıdım. Ancak ne var ki bu gizemli kadının reel hikayesini kimseler çözemedi tam olarak. Onun o esrarlı renkli hayatı ve şaşırtıcı kişiliği zamanın gazete dergi ve kitaplara mevzu olmuşsa da o bir avucunda aşkları diğerinde sırlarıyla göçüp gitti sessizce. Ancak hala hatırlanır ve yüzlerde hüzünlü bir gülümsemeyle yad edilir onu tanıyanlarca. Moda’nın delisiyle kedisi eksik olmaz derler. Bu doğrudur da. Ta nerelerden getirilip Modaya bırakılan kedilere gözleri gibi bakar modalılar. Yemez yedirirler. Öyle ki ara sıcakları rage vardır benim tabirimle. Kuru mamanın yüzüne rage bakmayan bu kedileri gördükçe ’modada emekli olacağına kedi ol!’ yakıştırmamı duyanlar tatlı tatlı gülümsemeden edemezler. Delisine gelince… Bu deliler! Kadıköy le özdeşleşip efsaneleşmiştirler bir anlamda. Ve bunların hemen hepsi aşk mağduru travestilerdir. Kimleri ihanetin, kimileri karşılıksız aşkların, kimileri de birbirlerini delice seven sevgililerin birinden birini yitirmenin acısını tatmış olmalarındandır. Bu talihsiz travesti kadınlar ehemiyetli eğitimler almış meslek sahibi görgülü kaliteli ve sanat yetenekleri olan fevkalade zarif ve asil lardı.Son üçünü görmüş tanımıştım. O zamanın parasıyla “Yirmi beş kuruş” isterdi yanına yaklaştığı insanlardan.

Hem de öylesine işveli ve kibar bir şekilde yapardı ki bunu, acımayla karışık, farklı bir gizem duygusu uyandırırdı “yirmi beş kuruş” u istediği kişiler üzerinde. Vakur, vaktiyle görmüş geçirmiş, asil bir duruşu vardı.55 belki de 60 yaşlarındaydı onu tanıdığım yıllarda. Başında bir peruk, kırmızının en keskin tonundan ruj, allık ve oje sürer kirpik diplerine kalemle ince ve sıkça kirpikler çizer; eski, yıpranmış lakin bir dönem bayağı da kaliteli olduğu her halinden belli olan kıyafetleriyle, Altı yol’dan Bahariye Caddesi’ne ve bazen Moda İlkokulu’nun önüne kadar, işveyle, edayla yürürdü.Ara sıra şen kahkahalar atsa da, yeşil gözlerinde her daim saklı bir hüzün vardı. Üzerlerinde büyük büyük çiçeklerin olduğu kocaman şapkalar takardı başına. Bazen hasırdan olurdu bu şapkalar, bazen daha değişik biçimde. Şapkaları kendinle bütünleşmiş gibiydi.Giysileri bayağı eski ve yıpranmış olmasa, büyük bir davete gittiğini rage düşünebilirdiniz havasından, endamından. Gözüne kestirdiği birilerinden, teenager derece kibar bir şekilde “ Yirmi beş kuruşun var mı şekerim?” diye para isterdi.Fazla para değil asla, sadece lakin sadece“yirmi beş kuruş”. Fazlasını almazdı zaten. 1960’lı ve 1970’ li yıllarını, Kadıköy’ de Bahariye Caddesi, Altı yol ve Moda ‘da geçirenlerin bayağı iyi hatırlayacakları biriydi. “Çayır Güzeli” ydi adı.

Birbirinden değişik hikayeler anlatılırdı O’nun için. Bir rivayete göre bayağı zengin bir ailenin kızıyken, çıkan bir yangın, nesi varsa alıp götürmüştü hayatından, akıl sağlığı da dahil. Başka bir rivayete göre, eşi pilotmuş, bayağı da severlermiş karı koca birbirlerini. Clot zaman git zaman, eşini bir uçak kazasında kaybetmiş. Toparlayamamış bir daha kendini. Atatürk’e aşık olduğunu, aşkına karşılık bulamadığından bu hallere düştüğünü söyleyenler rage vardı. Sonraları hayatını, yıkık dökük bir evde geçirdiğini, civardaki insanların verdiği yiyeceklerle karnını doyurduğunu, asıl adının Adalet olduğunu öğrendik. Hakkında söylenen bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğu ise hiçbir zaman bilinmedi. Bir ara görünmez oldu “Çayır Güzeli”. Öldü dediler. Gerçekte kimdi, nereden gelmişti, neler yaşadı da bu hale geldi; hiç birimiz öğrenemedik.

Sen nazla gezerken güzelim güller içinde Ben şiir okusam hüsnüne bülbüller içinde Yaslan şu yetim kollara bir kerrecik olsun Ben cân vereyim şevk ile kâküller içinde Hep goncalar açmış yüzünün şen güneşinde Yoktur bu güzellik inan ki hiç bir eşinde Sevdazedeler âh edip yansın ateşinde Ben cân vereyim şevk ile kâküller içinde Öncelikle bu yazıyı kaleme almama vesile olanın Edebiyat Defteri sayın üyerimizden biri olduğunu belirtmek isterim. Şiirlerime daha  da yazılarıma yaptığı yorumlardan tanımıştım kendisini birkaç yıl kadar önce. Yazdığı yorumlarda çalışmaların ruhuna derinlemesine süzülüp yazarın  belki de gözden kaçırdığı ayrıntıları yakalayarak  doğru saptamalarda bulunuyordu.ki Defteri bu tür harika yorum sihirbazlarıyla dopdolu. Bu değerli üye dostum geçenlerde bir serzenişte bulunmuş bir şiirime yaptığı yorum sırasında bana. Tarzımın ve üslubumun    heyecan verici duru ve kaliteli olduğundan özellikle aşk şiirlerimden  etkilendiğinden söz etmiş. Aslında bu tür yazılarım yok değildi defterde. Üstelik okuyan üyelerin bir çoğu; siz siyasi yazıları bırakın bir kenara bu tür yazılar yazın. Kaleminize o kadar  yakışıyor ki diyorlardı söz birliği edercesine. İyi güzel de; aşkı  öyle  öyle sıradan bir şey midir?

Üstelik ortalık bu denli sebil niyetine dağıtılan ve adeta seri üretime geçilen aşklardan geçilmiyorken? Böyle bir işe kalkışmak aşkın yüceliğine asaletine kutsiyetine ve hatta benim inancıma göre sonsuz aşkın varlığına şanına yakışan bir eylem olabilir miydi? Ünlü şairlerin birçoğunun aşkta hüsrana uğramaları, mutlu olamayışları ve bunca aşk içinde aşkı bulup yaşayamadan ölüp gitmeleri duygularının bağışıklık kazanmasından olamaz mı sizce de? Ancak aşkı yazmamak dünyaya dur ! demek olmazmıydı yine de? Anlatacağım bu hikaye başta abideleşmiş edebiyatçılarımızın unutulmaz musiki hocalarının çeşitli sanat dallarında  eserler üreten sanatçı ve bilim insanlarının ömürlerini sürdürdüğü efsanevi ilçesi Kadıköy de geçmiş. Kadıköy Kuşdili Çayırı’nın en  yapılarından biri sayılan Kuşdili Tiyatrosu alaturka temaşanın ve bir halk sanatı olan Tuluat’ın merkezi konumundaki tiyatroda  gösterimleri yapılmaktaymış. Naşid Bey’in gösterisinde boş sandalye bulmak neredeyse olanaksızdı. Tuluat sanatının bu büyük ustası, Arap, Azeri, Kürt, Tatar, Laz, Ermeni, Musevi, Rum ve Arnavut gibi birçok kültürden oluşan Anadolu insanının taklitini başarıyla sahneliyordu. Kuşdili Tiyatrosu’nda Naşid Bey’den  Kel Hasan Efendi, Dümbüllü İsmail ve Şevki Şakrak da sahne alırlarmış.

Bu hikayenin kadın kahramanını pek  Kadıköylü Modalı gibi ben de yakından tanıdım. Ancak ne var ki bu gizemli kadının  hikayesini kimseler çözemedi tam olarak. Onun o esrarlı renkli hayatı ve şaşırtıcı kişiliği zamanın gazete dergi ve kitaplara  olmuşsa da o bir avucunda aşkları diğerinde sırlarıyla göçüp gitti sessizce. Ancak hala hatırlanır ve yüzlerde hüzünlü bir gülümsemeyle yad edilir onu tanıyanlarca. Moda’nın delisiyle kedisi eksik olmaz derler. Bu doğrudur da. Ta nerelerden getirilip Modaya bırakılan kedilere gözleri gibi bakar modalılar. Yemez yedirirler. Öyle ki ara sıcakları  vardır benim tabirimle. Kuru mamanın yüzüne  bakmayan bu kedileri gördükçe ’modada emekli olacağına kedi ol!’ yakıştırmamı duyanlar tatlı tatlı gülümsemeden edemezler. Delisine gelince… Bu deliler! Kadıköy le özdeşleşip efsaneleşmiştirler bir anlamda. Ve bunların hemen hepsi aşk mağduru kadınlardır. Kimleri ihanetin, kimileri karşılıksız aşkların, kimileri de birbirlerini delice seven sevgililerin birinden birini yitirmenin acısını tatmış olmalarındandır. Bu talihsiz kadınlar  eğitimler almış meslek sahibi görgülü kaliteli ve sanat yetenekleri olan fevkalade zarif ve asil kadınlardı.Son üçünü görmüş tanımıştım. O zamanın parasıyla “Yirmi beş kuruş” isterdi yanına yaklaştığı insanlardan. Hem de öylesine işveli ve kibar bir şekilde yapardı ki bunu, acımayla karışık,  bir gizem duygusu uyandırırdı “yirmi beş kuruş” u istediği  üzerinde. Vakur, vaktiyle görmüş geçirmiş, asil bir duruşu vardı.55 belki de 60 yaşlarındaydı onu tanıdığım yıllarda. Başında bir peruk, kırmızının en keskin tonundan ruj, allık ve oje sürer kirpik diplerine kalemle ince ve sıkça kirpikler çizer; eski, yıpranmış  bir dönem  da kaliteli olduğu her halinden belli olan kıyafetleriyle, Altı yol’dan Bahariye Caddesi’ne ve bazen Moda İlkokulu’nun önüne kadar, işveyle, edayla yürürdü.Ara sıra şen kahkahalar atsa da, yeşil gözlerinde her daim saklı bir hüzün vardı.

Üzerlerinde büyük büyük çiçeklerin olduğu kocaman şapkalar takardı başına. Bazen hasırdan olurdu bu şapkalar, bazen daha  biçimde. Şapkaları kendinle bütünleşmiş gibiydi.Giysileri  eski ve yıpranmış olmasa, büyük bir davete gittiğini  düşünebilirdiniz havasından, endamından. Gözüne kestirdiği birilerinden,  derece kibar bir şekilde “ Yirmi beş kuruşun var mı şekerim?” diye para isterdi.Fazla para değil asla, sadece  sadece“yirmi beş kuruş”. Fazlasını almazdı zaten. 1960’lı ve 1970’ li yıllarını, Kadıköy’ de Bahariye Caddesi, Altı yol ve Moda ‘da geçirenlerin  iyi hatırlayacakları biriydi. “Çayır Güzeli” ydi adı. Birbirinden  hikayeler anlatılırdı O’nun için. Bir rivayete göre  zengin bir ailenin kızıyken, çıkan bir yangın, nesi varsa alıp götürmüştü hayatından, akıl sağlığı da dahil. Başka bir rivayete göre, eşi pilotmuş, da severlermiş karı koca birbirlerini.  zaman git zaman, eşini bir uçak kazasında kaybetmiş. Toparlayamamış bir daha kendini. Atatürk’e aşık olduğunu, aşkına karşılık bulamadığından bu hallere düştüğünü söyleyenler  vardı. Sonraları hayatını, yıkık dökük bir evde geçirdiğini, civardaki insanların verdiği yiyeceklerle karnını doyurduğunu, asıl adının Adalet olduğunu öğrendik. Hakkında söylenen bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğu ise hiçbir zaman bilinmedi. Bir ara görünmez oldu “Çayır Güzeli”. Öldü dediler. Gerçekte kimdi, nereden gelmişti, neler yaşadı da bu hale geldi; hiç birimiz öğrenemedik.

pedro: